Her şey ne kadar hayatın içinden ve her şey ne kadar hayata dair...
Nikah koşturmacası önünde önümü görmezken, cumartesi sabahı çalan telefonun, tüm haftasonumu ve belki de yaşamımı değiştireceğini kestiremezdim elbette.
Babaannem vefat etmişti, gelen haber buydu.
Telefonda bir süre durdum... Söyleneni anlamaya çalıştım... Anladıktan sonra vücuduma yerleşen boşluk duygusunu, çok sevdiği birilerini kaybedenler anlar sanırım. Beynin içinde pamuklar uçuşur gibi olur da nereye ve nasıl gittiğinizi bilemezsiniz ya hani... Aynen öyle bir duygu.
İnsan, çok sevdiği insanların ölebileceğine nedense bir türlü inanamıyor. Ölümü sevdiklerine yakıştıramadığımızdan olsa gerek, ölüm hep başkalarına uğrar da bize ve sevdiklerimize uğramaz sanıyoruz. Ama öyle değil.
Detaya çok lüzum yok belki, sonrası prosedürel ölüm işlemleri... Cenaze, defin, ziyaretçilerle dolan babaannemin evi... Dedemin, 60 senelik hayat arkadaşını kaybetmiş olmasının yüzüne kattığı hüzün... Ağlamalar, üzülmeler... Ve bomboş bir beyinle ortalıkta dolanan ben.
Doğum - düğün - ölüm... Hayata dair bir başka döngü geliyor mu aklınıza? Aslında bu üçü yaşamı var ediyor, bu üçü hayatın akışında keskin virajlarla değişiklikler yaratıyor.
Babaannemin kaybından sonra, nikahı ertelesek mi ertelemesek mi diye konuştuk... Neyse ki davullu zurnalı, oynamalı hoplamalı bir tören zaten tercih etmemiştik. Babaannem de olsa ertelememizi ve üzülmemizi istemezdi sanırım. Bu nedenle şimdi nikaha odaklanmaya çalışıyorum.
Cenazemizin olduğu pazar sabahı, Ankara'da müthiş şiddetli bir yağmur vardı. Yağmur yağdı, yağdı, yağdı... İçinde hiç bereket bırakmayana kadar yağdı. Hava serinledi, caddelerde şemsiyeler açıldı.
Bahçelievler 7. Cadde'de sabah bir kahve içip, kitabımı okudum cenaze saatine kadar. OSHO - Ölmeden Önce Ölünüz...
Belki o sabah o kitabı okumasam, yaşadıklarımı, yaşayacaklarımı, o cenaze ritüellerini ve kaybımı böylesine olgun, böylesine anlamlı ve böylesine mantıklı kaldıramazdım, kabullenemezdim. Kitap, bir fener gibi karanlıkta önümü aydınlattı.
Osho'ya ve fikirlerine yeniden teşekkürler ettim. İlk aldığım Osho kitabı için kendime minnet duydum. İyi ki bu fikirleri belirten biri var ve iyi ki hislerime tercüman oluyor, iyi ki duygularımı yönetmemi sağlıyor, yattığı yerde çok mutlu olsun diye düşündüm durdum... Satırlardan beni çok etkileyen kısa bir bölümü şöyle idi:
"(...) Ölüm, yaşamın karşısında değildir; o yaşamı sona erdirmez, yalnızca onu güzel bir zirveye taşır. Yaşam, ölümden sonra bile devam eder. Doğumdan önce de var olduğu gibi, ölümden sonra da var olmaya devam edecektir. Yaşam, doğumla ölüm arasındaki küçük boşlukla sınırlı değildir, aksine doğum ve ölümler, yaşamın sonsuzluğunda küçük bölümlerdir."
Kitaptan 100 sayfaya yakın okuyup, yağmurun akışına kapılıp cenazeye gittim.
Tanık oldum...
O gün orada olan 8 ayrı cenazeye, sevenlerine, uğurlayanlarına ve tabutlara baktım... Tabutların üzerine konan şahsi eşyalarına, dua edenlere, kalabalığa, mezar taşlarına, bulutlara, inadına sürekli yağan yağmura, mezarlıkta üzgün gözlerle dolanan sokak köpeklerine, mezar taşları üzerindeki isimlere, çiçeklere, insanlara... Baktım ve tanık oldum her şeye.
Bir bitişe değil, hayatın sadece bir bölümüne.
Sonra babaannemlerin evine geldik... Ziyaretçilerle doldu taştı, dualar okundu, ikramlar yapıldı.
İçlerinden biri, "Gömülen gün ikram yapılmaz" dedi...
Bir diğeri, "Gömülen gün değil, bir sonrasında dua okunur" dedi... İzledim... Tanıklık ettim.
Tanrı'nın, ritüelleri kurallara bağlamayacak kadar meşgul olduğunu, böyle basit şeyler için bizleri günahkar ilan etmeyecek kadar merhametli ve büyük olduğunu düşündüm. Her kafadan çıkan ayrı seslere, ayrı ayrı sinir oldum.
Babaannemin odasına girdim...
Kimse yoktu.
Artık yatağında babaannem de yoktu.
Dolabını açtım, eşyalarına dokundum, kokladım...
Güzel günlerde üzerinde gördüğüm ipek gömleklerine, kalem eteklerine dokundum. O güzel ortamlara gittim.
Baş ucundaki en sevdiği çalar saatine, tarağına, yarım kalmış kremlerine, ilaçlarına baktım. Hepsi sahipsiz kalmıştı ama varlıklarına devam ediyorlardı.
Elli sene dokunmasak ve başlarına başka bir şey gelmese, elli sene daha da orada olmaya devam edeceklerdi. Belki yüz, belki yüz elli yıl da... Onlar cansızdı.
Eski fotoğraflarına baktım babaannemin... Üzüntüm, her ölünün arkasından duyulan hüzün gibi biraz bencilceydi. Bir daha onu göremeyecek olmak, özleyeceğini bilmek... Bunların hüznü... Oysa gidenin çok mutlu olduğunu kalp ve mantık göz ardı ediyordu.
Zor bir haftasonu geçti.
Ağladım, düşündüm, Osho okumaya devam ettim.
Bu esnada düğün için tokamı ve parfümümü, düğün rujumu aldım.
Hayat devam etti.
İşe geldim, çalışmak istemedim. Anlamsızca web sitelerinde gezindim, sevdiğim blogları okudum.
Bu esnada düğün için fotoğraf mekanını seçtim, bununla ilgili yazışmalar yaptım.
Babannemi özledim, sonra biraz daha ağladım.
Nikahla ilgili arayanlar, baş sağlığına gelenler oldu.
Gülümsedim bazen, bazen de ağladım.
Makyaj yapmadım.
Biraz daha ağladım.
Sonra kedimle dertleştim. O da kocaman gözlerini gözlerimden ayırmadan beni dinledi.
Onu tekrar çok sevdim.
Sonra biraz daha ağladım.
Biraz müzik açtım.
Nükhet Duru'nun - Ben Yine Sana Vurgunum şarkısı çaldı. Ağlamaktan heba oldum.
Sonra sakinleştim.
Pek yemek yiyemedim.
Saçıma başıma özen göstermedim.
Canımı sıkan detayları boşverdim.
Umursamadım.
Yağmur yağmaya devam etti. Üşüdüm.
Sonra biraz yine ağladım.
Babaannemin eşarplarından, onu bana en çok hatırlatanını aldım. Hatıra olarak evde sakladım.
Sonra aynada kendimle göz göze geldim.
Biraz daha ağladım.
Psikoterapistimden acil randevu aldım. Onunla ölümü konuşmam için daha uygun bir zaman olamazdı ki... Kafamdaki çelişkileri, bu duygularımı ona anlatmazsam kime anlatacağım?
Sonra sakinleştim.
Bir süre ağlamadım.
Sonra geldim ve bloga duygularımı yazdım.
Babaannemi şimdiden özledim.
Ama özlemek de hayata dahildi. Hayatımıza yıldızlar katan her yarın, nihayetinde bir dün'e dönüşecekti...
Kapımı kapadım, kendimle kaldım.
Düşündüm, sonra biraz ağladım.
Seni seviyorum babaanne, öldün diye sevgi biter mi hiç?
Seni her zamankinden de çok seviyorum.
Işıklar içinde uyursun, sevdiklerime selam söylersin değil mi?