14 Ekim 2016 Cuma

A-ritmi...

 
 
Aritmi : Hayatın her dakika karşımıza çıkardığı yeniliklere karşı duyulan kalp çarpıntıları... (Elbette benim sözlüğümde...)
 
 
Yüzümüzden fırlayıp giden maskeler : Sahi, her dakika yüzümüzde bir maskeyle dolaşmıyor muyuz? Hangimiz iş yerinde evdekinin aynısı? Ya da hangimiz arkadaş grubumuza gösterdiğimiz yüzümüzü işverenimize de gösterebiliyor? Bu da her an başka bir maske takmış olmak değil mi? Bunu yapmaya hangi toplumsal güdü bizi mecbur bıraktı?
 
 
Her dakika ömrümüzden bir parça daha gittiğini bilirken, istediğimiz şeyleri yapamamak : Şu an hangimiz işte olmayı istiyoruz mesela? Sevdiklerimizle ânı yaşamak varken, şu an gözümüzü kapadığımızda ve açtığımızda bizi en mutlu eden yerde olmak varken, hangimiz ay başında alacağımız maaşın bekleyişiyle iş yerinde oturmayı tercih ediyor olabiliriz? Böyle bir tercihten hoşnutsak, gerçekten hayattan keyif alabiliyor muyuzdur peki?
 
 
Günlük koşturmaca : Kaldırımda yürüyen insanların yüzlerine bakıyorum... Okunan en yüce duygu endişe ve kaygı... Dudaklar hep aşağı doğru bükük. Birine gülümsediğinizde, size gülümsemek için bir 5 saniye düşünüyor, "Acaba bana mı gülümsedi? Karşılık versem mi?" derken gelip geçiyor yanınızdan. Sahi, gülümsemeyi ne zaman unuttuk?
 
Depresyonlar : Bitmeyeninden... Bitmesine imkan verilmeyeninden... Mutlu olmak istiyorsun. O halde dışarıdan ve dünyadan kopacaksın... Haber dinlemeyeceksin, gazete okumayacaksın, her tür dış gelişmeden bihaber kalacaksın. Kısacası sadece kendinle kalacaksın... Peki mümkün mü böyle sosyal bir varlık olan insan için? Pek değil...
 
Zaman kaybı : Her gün, her saat, her dakika ve her saniye... Zevk alarak bulunmadığımız her yerde geçirilen her saniyeden itibaren tüm zaman, kendi içinde bir kayıp. Zoraki bulunmak zorunda olduğumuz yerler, para için verilen çaba ve bitmek bilmeyen eforun yüzde birini, huzurumuzu bulabilmek için harcayamıyoruz. Çünkü para kazanma vahşi mecburiyeti, kendimize ayırabileceğimiz her saniyeden bir tutam koparıp yutuyor...
 
Aritmiler hayatımızda ivme kazanmış durumda...
Ama ne yazık ki iyi değil kötü yönde.
İstediğimiz hayatları yaşar gibi görünüp, bir başka hayatın içinde kendimizi boğuyoruz.
 
Kendimizle ve sevdiklerimizle geçirdiğimiz vakit öyle kısıtlı ki, bir insan değil de, dünyaya bağlı bir demirbaşmış gibi yaşıyoruz. Kopuk kopuk, mutsuz, arayışta...
 
Üzücü ama sahici...
 


30 Eylül 2016 Cuma

Aşkın Son Nesli: Eren ve Diğerleri...

Biziz o...

Aşkın son neslini yaşayanlar yani... Aşklar şimdi yaşanmıyor demiyorum, illa ki yine yaşanıyordur ama, teknolojiye yenik düşmeyen son nesil bizdik :)

50 yaşında değilim, yaş tam tamına 33...

Ben ilk cep telefonumu, 16-17 yaşındayken almıştım. Fakat o dönem bu derece bol internet, sms, dakika olmadığından, telefonda gönlümüzce kavgalar edip, birbirimizi sosyal mecradan takipler edip, kimin kimi "follow"ladığını tespit edecek durumlarımız yoktu. Teknolojisiz sanki daha mutluyduk :)

Sene 1994...
Eren var bizim okulda. Çocuğu bir defa okul koridorunda gördüm... Bir arkadaşım, "Şu sarışın çocuk çok tatlı değil mi yaa?" dedi... Derse girdik ama ben geçici olarak servis dışıyım. Sürekli çocuğun yüzü ve yürüyüşü geliyor aklıma. Kalbimde bir acayip çarpıntı. Ders bitmek bilmedi. Arkadaşıma dedim, "Sen gösterdin ben orada kaldım. O sarışın çocuk gitmiyor gözümün önünden..."

Sadece derste gitmese iyi... Gece oluyor Eren, gündüz geliyor Eren... Sabahları okula onu göreceğim diye geliyorum, geceleri durduk yerde uykumdan uyanıyorum aklımda Eren... Yaş 11 :)

Eren de Eren yani, okulun basketbol ve hentbol takımlarının ikisinde de yer alıyor, futbol da oynuyor. Derslerle çok ilgili olmasa da, popüler bir tip işte. Üç kızdan ikisi, dönüp bizim Eren'e bakıyor :)

Yaş 11 dediğim gibi, o dönem Eren'den uzunum. Her cuma İstiklal Marşı töreninde, arkadaşlarım, ben Eren'in yanında durayım diye organize olup bana yer veriyor. Eren'den uzun görünmemek için bacağımı kırıyorum. İstiklal Marşı söylerken Eren'den uzun olmamak için bir türlü hazır ol'da duramıyorum. Bacağım hep dizden kırılı...

Öğle araları okul radyosu yayın yapıyor. Her öğlen yayın odasının kapısındayım... Oradaki arkadaşa kâğıt uzatıyorum: "Goddess Artemis'ten Eren için, Gary Moore - Still Got the Blues lütfen..."

Eren basketbol oynuyor öğlen, okul hoparlöründen anons geliyor, "Şimdiki şarkı Goddess Artemis'ten Eren için geliyor... Still Got the Blues..."

Eren duraklıyor ama emin değil. Bir sürü Eren var sonuçta değil mi :)

Okulla kalsa iyi... Sene 1994. Radyolardan gümbür gümbür şarkı istediğimiz vakitler. O dönemler, kulakları çınlasın nerelerdeyse ne yapıyorsa, Ankara'da Radyo On var, orada da radyocu Vahit Ünal... Her akşam arıyorum istisnasız. Konuşuyorum dakikalarca kendisiyle. Konuşmasam bile arayıp şarkımı istiyorum. Adam sabırlı çıktı, bıkmadı benden... "Sıradaki şarkı Goddess Artemis'ten Eren için geliyor: Burak Kut - Duman Üstü..."

Bu iki şarkı hayatımda ve radyolarda dönüp duruyor, Goddess Artemis 7/24 Eren düşünüyor :)

Eren'le zamanla sohbet eder olduk, arkadaş olduk. Hiçbir zamansa sevgili olmadık. Nasıl olalım o dönem adam okulun en yakışıklı ve popüler çocuğu... Ben, kırmızı çerçeveli, yüzümü kaplayan gözlüklerim, dizimin altına kadar inen okul eteğim, yakam sürekli tepeye kadar ilikli, iflah olmaz bir ineğim :) Üstelik sınıfın en çalışkanıyım, bana "Çalışkan kız" diye hitap ediyor Eren, hiçbir çekiciliğim yok :)

Uzatmayacağım...

Çok güzel duygulardı bunlar. Çok özeldi. Eren'in de benim de cep telefonlarımız yoktu, birbimizi arayıp taciz edebileceğimiz bir durum yoktu, instagram, facebook yoktu... Takip şansımız yoktu. Ev telefonundan birkaç kez arayıp sesini dinlediğimi inkar etmeyeceğim ama huzursuzlukla yaşadığımız bir şeyler yoktu...


**************************

Seneler sonra ekledik Eren'le birbirimizi Facebook'tan, Instagram'dan oradan buradan. Evlenmiş, dünya tatlısı bir kızı var şimdi. Bakınca hala gülümsüyorum. Yaşadığım duygular ne güzeldi o yaşlarımda.

Şimdi bakıyorum, o dönemki yaşımda olan çocuklarda da cep telefonu... Birbirlerine sürekli ulaşıyorlar, taciz ediyorlar, "Onu niye takip ettin, bunu niye beğendin" diye hesap soruyorlar. İletişimi whatsapp-facebook üzerinden kuruyorlar.

Benim Eren'in yanında durabilmem için sınıf arkadaşlarımın organize olması, İstiklal Marşı'nda sınıf dizilimini bile buna göre yapabilmek için arkadaşların seferber olması nerelerde kalmış artık :)

O dönemler mutlu çocuklardık bence. Varlıklarını ve önemlerini inkar etmiyorum ama, sanki aşkın son neslini orada yaşadık biz. Şimdikiler de aşksa bilemem ama bir başka ek olmalı başında; teknolojik aşk, değişen aşk gibi...

Çok güzeldi be... Git deseler giderim 1994'e...

Son bir örnekle tamamlamak istedim beni geçmişe götüren ve aynı zamanda çok da mutlu eden bu yazımı...

Lisedeyiz, bu defa cep telefonları yeni yeni çıkıyor.

İrem diye bir arkadaşım var o zaman, en yakın arkadaşım hatta. Alp'e aşık oldu İrem...
Sordum, ne zaman anladın aşık olduğunu, nasıl oldu bu iş diye... İrem cevap verdi:

"Bir gün beden eğitimi dersindeydik ve Alp koşuyor, saçı havalanıyordu..." dedi... Hikayenin devamını bekledim; bu kadardı... Devamı yoktu :) Benim Eren'i koridorda görüp kendimden geçtiğim gibi, Alp "sadece koşuyor ve saçı havalanıyor(!)" diye, İrem ona aşık olmuştu :)

Masumduk...
Güzeldik...

Bence çok tatlıydık... 90'lı yıllar güzeldi güzel.

Aşkın teknolojiye yenilmeyen son nesli olacağımız aklımdan geçmezdi... :)

22 Eylül 2016 Perşembe

Yağmur Mevsimi

Ne güzel oldu yağmurlu mevsimin böyle erken gelişi...
 
Nasıl severim yağmuru, kokusunu, gökyüzünün rengini, yağmurlu hava ışığını. Melankolik insan da değilim aslında ama niyeyse yağmuru hep melankoliyle özdeş tutar insanlar. Benim içinse içini boşaltmaktır yağmur... Ferahlamaktır, rahatlamaktır... Olanca özgürlüğünle kendini, kalbini, düşüncelerini akıtmaktır; ne bileyim...
 
İyi oldu yağmur mevsiminin böyle erken gelişi... Sadece çalışma azmimi tümüyle söktü aldı benden. Çalışma şevkinden eser yok; akşam olsa da evime gitsem diye dakikaları izliyorum. Bu mevsimde niyeyse hep böyle olurum ben. Kendimi şarj etmem lazım kendi içimde.
 
 
Güzel demiş Cemal Süreya (kendisi neyi güzel söylememiş ki zaten:) )
 
Dışarıya yağmur,
yüreğime hasret,
fikrime sen..
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
bir bilsen…


20 Eylül 2016 Salı

Belgrad Tur Rehberi

Merhabalar !
 
Öncelikle herkesin geçmiş bayramını kutluyor, sağlık ve mutluluk dolu nice bayramlar diliyorum. Kurban bayramı beni biraz üzen, biraz duygusal hissetmeme sebep olan, duygularımın karıştığı bir bayram... Görmek istemem, duymak istemem, düşünmek istemem kurban bayramlarında genel olarak. Bir hayvansever olarak hep kendimi kötü hissederim ne yazık ki. Bunun mücadelesini çokça vermiş olmakla birlikte, bu duygu yoğunluğunu bir türlü atabilmiş değilim senelerdir. Bu yüzden de kurban bayramlarını olabildiğince yurtdışında ve bu bayramın olmadığı yerlerde geçirmek üzerine programladım kendimi birkaç senedir.
 
Eşimle bu seneki durağımız da, Belgrad oldu... Hem daha önce görmediğim bir şehri keşfetme fırsatım oldu, hem de bana oldukça keyif veren bir gezi oldu... Sıcağı sıcağına hap niteliğindeki tavsiye ve notlarımı paylaşmak istedim bu yazımda.
 
Genel birtakım bilgilerle başlamak isterim...
 
Öncelikle Sırbistan, Türkiye'den vize istemeyen ülkeler arasında. Bu sebeple Türk'ler tarafından çok tercih edilen, popüler bir ülke. Fakat, pasaportunuz yeni ise, eski vizelerinizi de yanınıza almanızda fayda var. Uçaktan indiğinizde polisler pasaport kontrolü yapıyor ve vize bulunmayan pasaport sahiplerini ikinci bir inceleme/sorgu-sual için bir süre bekletiyorlar. Fakat eski pasaportunuzdaki vizeleri göstererek bu bu aşamadan kurtulabiliyorsunuz rahatlıkla. Sonrasında, Sırbistan'a hoşgeldiniz...
 
Başkent Belgrad'a İstanbul'dan uçak yolculuğu, 1 saat 15 dakika kadar sürüyor. Nikola Tesla Havalimanı'nda indikten sonra şehre taksi ile ulaşım mümkün. Şehir merkezine kadar, 50 TL civarı bir para ödüyorsunuz.
 
Sırbistan para birimi, Sırp Dinarı. Kolay hesap için, gördüğünüz dinar tutarını, TL cinsinden öğrenebilmek adına 0,024 ile çarpmanız yeterli. Nikola Tesla Havalimanı çıkışında, taksi danışma bankosu var. Taksiye binmeden önce bu bankoya uğrarsanız, size gideceğiniz yere kadar olan ücreti gösterir bir fiş veriyorlar. Siz de taksiciye bu fişi veriyorsunuz ve böylece taksici sizi dolaştırıp kazıklayamıyor! Bence süper bir uygulama...
 
Yanınızda Euro bulundurmanızı ve Sırbistan'a inişte, exchange kiosk'unda bir miktarını dinara çevirmenizi öneririm. Kalanını euro olarak taşırsanız, şehirde bir sürü exchange office göreceksiniz zaten, bozdurur bozdurur harcarsınız :)
 
Para birimleri bizimkine göre çok sıfırlı olduğu için, hesaplar biraz kafanızı karıştıracak. O yüzden, hesap makinenizi yanınızdan ayırmayın. Örneğin biz, Nikola Tesla Havalimanı'ndan Knez Mihailova (yani Belgrad'ın İstiklal Caddesi) tarafında, 1800 Dinara gittik... Ben saçımı başımı yolarken dünyaları verdik taksiye diye, bunun 48 TL civarı olduğunu görmem beni rahatlattı :) Bu şoku pek çok defa daha yaşamışlığım var. Restoranlarda 3000 Dinar görünce kalbime inmesi gibi :) Oraya da geleceğim...
 
Biz, merkezdeki Hotel City Savoy'u tercih ettik. Booking sağolsun, gitmeden uzun bir süre araştırmamıza izin verdi ve en iyi otelin bu olduğuna karar verdik. Konaklamadan gayet memnun kaldık. Yine gitsem yine tercih edeceğim bir otel olur açıkçası. Günlüğü kişi başı 125-TL'ye geldi. Otel hem yeni, hem temizdi... Odaları geniş, kahvaltısı güzel, personeli de son derece yardımseverdi. Oteli şiddetle öneririm yani :)
 
 
 
 
Biz otele eşyalarımızı koyar koymaz kendimizi dışarı attık. Elimizde, otel resepsiyonundan tedarik ettiğimiz bir harita ile koyulduk yola :) Eşimin otomobil merakını da gözeterek ilk tercihimiz, Otomobil Müzesi idi.
 
Kime sorsak müzeyi bilmiyor iyi mi :) Dolandık dolandık, işin garibi, gittiğinizde göreceksiniz, Sırpların büyük bölümü ne yazık ki İngilizce bilmiyor. İyi niyetle size Sırpça bir şeyler anlatıyorlar ama siz saf saf bakıp kafa sallıyorsunuz. Neyse ki, güç bela müzeyi bulup içeri girdik. Kişi başı 5 TL gibi komik bir rakam ödedikten sonra, müze görevlisi salon ışıklarını yaktı ve sadece eşim ve ben müzeyi bir saate yakın gezdik :) Bizden başka niye kimse yoktu bilemiyorum, sanırım Sırplar bile bilmiyor olduğundan keşfedilmemiş burası :)
 
Bol bol fotoğraf çektik. Müze fazla büyük değil ama araçları incelemek çok keyifli. Otomobillere meraklıysanız, bu müzenin ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz. 
 
 
Benim müzedeki favorimse, 1938 model bu BMW oldu :) Asil araba her dönem asil belli ki.... Şimdi verseler binerim, o derece :)

 
Otellerden veya turist danışma bürolarından tedarik edeceğiniz haritalar, size şehrin simgelerini gösteriyor. Siz de haritaya doğru ilerlerseniz, en popüler turistik yerleri, 3-4 günde rahatlıkla bitirirsiniz.
 
Şehirde mimari çok keyifli. Eski binalar ama çok görkemli ve estetikler. Yukarıda içinden bir kesit gördüğünüz St. Mark Kilisesi de bu güzel yapılardam biriydi. Oldukça büyük bir kilise. Daha önce başka ülkelerde görmedim fakat bütün Sırp kiliselerinde gördüğüm bir şey oldu. Sırplar, kilise ziyaretlerinde, öncelikle çerçevedeki Hz. İsa fotoğrafını eğilip öpüyorlar. Hepsi aynı çerçeveyi öpüyor, bu yönüyle hijyenik olmasa da, başka ülkelerde böyle bir alışkanlığa daha önce denk gelmemiştim. Kiliselerin birçoğunda, ne hikmetse bizim gittiğimiz dönemde tadilat vardı. Bu kilisede de, yerdeki Hz. İsa mozaiği yenileniyordu.

 
Nereye giderseniz gidin, bu bina bir şekilde karşınıza çıkacak :) Belgrad Assembly binası. Yine çok güzel bir mimarisi ve şehrin ortasında yükselen güzel bir görünümü var. 

 
Yine şehrin ortasında, Ulus-Atatürk Heykeli gibi yükselen Knez Mihailova heykelini göreceksiniz. Bu fotoğrafta net görünmüyor fakat, Prens bu heykelde sağ eliyle Osmanlılara İstanbul'u işaret ediyormuş. "Geldiğiniz yere gidin"... manasında... Bildiğiniz üzere Belgrad, 1500'lü yıllarda ve Kanuni döneminde Osmanlı egemenliğinde kalmış. Bu yüzden şehirde pek çok Osmanlı izi göreceksiniz. Türkler'i biliyor ve işin ilginci seviyorlar. Sırplar değişik insanlar :) Türkçe konuşmaya çalışıyorlar, Türkler'e yardımcı olmaya çalışıyorlar...
 
Üstelik ilave etmeden geçemeyeceğim, kadınların boy ortalaması 1,80, erkeklerinse 1,90... Ve kadınlar fazla güzel, erkeklerse fazla yakışıklı :) Ne yiyor ne içiyorlar bilmiyorum ama, yaradığı kesin :)
 
Şehrin en popüler caddesi, araç trafiğine kapalı olan ve İstanbul İstiklal Caddesi'nin bir minyatürü olan Knez Mihailova Caddesi. Burası günün her saati hareketli ve sağlı sollu butikler, cafeler göreceksiniz. Burada Zara, H&M gibi mağazaların yanısıra yerel Sırp butikleri ve mağazaları da var. Alışveriş yapabilir, bir şeyler yiyebilir, kahve içebilirsiniz. Mutlaka birkaç kez ziyaret edeceğiniz caddelerden biri Knez Mihailova.
 
Belgrad'da şoka uğrayacağınız kadar ucuza yeme-içme fırsatınız olacak. Türkiye'de orta düzey bir restoranda 120 TL'ye kalkacağınız bir menünün aynısını, Belgrad'da şık bir restoranda 60-TL'ye alabilirsiniz (iki kişi için bahsediyorum). Böyle bir ucuzluk yok.
 
Şöyle bir örnek vereyim, Türkiye'de iyi bir bistro-restoran'da, bir kadeh ithal kırmızı şarap 23-24 TL civarı. Belgrad'da ise aynı marka kırmızı şarap 10-11 TL. İçin, yiyin :) Etler ucuz, makarnalar ucuz, üstelik porsiyonlar iki kişiye rahat rahat yetecek kadar bol.
 
Birkaç restoran önerisinde de bulunacağım:
 
  • Boutique Cafe : Şehrin pek çok yerinde denk geleceğiniz, geniş menülü bir cafe. Nerede görürseniz görün, çekinmeden girin, yiyin için... Garsonlar, menü, lezzet ve fiyatlar harika :)
  • Via del Gusto: Knez Mihailova Caddesi üzerinde, yine menüsü oldukça geniş, geleni geçeni izleyebileceğiniz güzel bir bistro-cafe.
  • Dva Jelena: İki geyik anlamına gelen Dva Jelena, Skadjarlia denen bohem caddede yer alan, geyik etiyle ünlü bir yer. Ben geyik yemedim tabii ki. Sırpların, cevapcici dedikleri bir kebapları var. Bizdeki İnegöl Köfteyi düşünün, porsiyonu bizimkinin 4 katı temiz var :) Tadı da benziyor. Dva Jelena'da bu kebaptan yiyip, biralardan içmenizi öneririm. Jelen, Sırpların bizdeki Efes Pilsen'i... Ama Efes'in kalbimdeki yeri bambaşka. Sırbistan'da bir sürü bira var ama Efes Pilsen'i görmediğimi belirtmeliyim :)
  • Little Bay: Yine popüler bölgede, bir sokak arasında yer alan bu restoranı, akşam yemeğiniz için deneyebilirsiniz. İçeride sürekli klasik müzik çalıyor. Menüsü bol ve yine fiyatlar oldukça uygun. Üstelik İngilizce bilen çok şirin bir bayan garson var burada. Ona denk gelirseniz bolca sohbet edin derim :)
  • Ambar: Burası nehir kıyısındaki popüler mekanlardan biri. Nehire bakarak akşam yemeği yemek ve sonrasında içki ile devam etmek isteyenler için ideal ve güzel. Kokteylleri de denemeye değer.  Bence bir akşamınızı bu güzel mekana ayırabilirsiniz.
  • Kalemegdan Terasse : Aşağıda bahsedeceğim Kalemegdan Kalesi'nin üzerindeki bu mekanda, manzara süper! Kalabalık değil ve püfür püfür esiyor. Denenebilecek restoranlardan biri kesinlikle...
  • Vapiano: USCE Alışveriş Merkezinin en üst katında yer alıyor bu restoran. Tek söyleyebileceğim, gidin gidin gidin ! Vapiano İstanbul'da da olan bir yer fakat gitmedim, bilmiyorum. Londra'da gitmiş ve çok sevmiştim. Belgrad'daki da harika. Gözünüzün önünde makarnanızı pizzanızı yapıyorlar, üstelik çok lezzetli. Mekanın manzarasına da bayılacaksınız :)
Öneri olarak yazmak istemedim bilerek, Manufaktura isminde, foursquare puanı oldukça yüksek bir yere gittik bir akşam. Belgrad'da gittiğim en kötü yerdi diyebilirim. Sunum çok özensiz, porsiyonlar Türkiye'dekinden çok daha az! Buraya gitmenizi hiç önermem...
                       


 
Gelelim Kalemegdan'a...
Şehrin en meşhur turistik bölgesi kesinlikle burası. Dediğim gibi Osmanlı hakimiyetinden mütevellit, her yerde bir Osmanlı kokusu var ve bunu en çok bu kalede alıyorsunuz. Gerçekten gezmesi dolaşması son derece keyifli bir yer kale. Ben en çok burayı sevdim diyebilirim.
 
Burada Damat Ali Paşa'nın türbesi bile var. İstanbul Kapısında da bir fotoğraf çektirmeden dönmeyin. Manzara kaleden bambaşka :) Fotoğraf makinenizi unutursanız çok üzülürsünüz...

 
 Yine kaleden bir görünüm.

 
Şehrin simge yapılarından biri de St.Sava Temple, Aziz Sava Tapınağı...
 
Biz gittiğimizde, tesadüfen içeride yine tadilat vardı, hem de çok geniş kapsamlı bir tadilat. İçeriyi hiç göremedik neredeyse. Bina dışarıdan camiyi andırsa da, ben birazcık hayalkırıklığına uğradım. Ulaşım yürüyerek bir hayli sürdü, daha güzel bir yerle karşılaşmayı beklemiştim :)
 
Yine de dışarıdan foto çekmek için gerçekten güzel...

 
Anlatacak çok şey var ama çok uzun bir yazı yazmak istemiyorum. Dediğim gibi hap mahiyetinde önerilerle dolu bir yazı olmasını amaçladım.
 
Skadjarlia bölgesi, bir sokaktan oluşuyor. İsmini çokça duyacaksınız Belgrad'da. Turistler çok ziyaret ediyor bu noktayı. Yukarıda bahsettiğim Dva Jelena restoranı da bu sokakta. Ama aslında sokakta hiçbir şey yok :)
 
Akşamları şarkıcılar restoranları basıyor ve harika balkan müzikleri eşliğinde yemek yeniyor ama bunun dışında bir cazibesi yok sokağın bana göre. Mekanlarsa tıklım tıklım ve akşam bu bölgede yemek yemek istiyorsanız mutlaka rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.
 
Alaçatı trendini yakalamış bu taş sokak :) Ayağınıza topuklu giymemenizi öneririm, taşlar feci rahatsız edici.
 
Bunun yanısıra biz son gün, yukarıda göreceğiniz Zemun bölgesine gittik. Bölge nehrin, merkeze paralel diğer kısmında yer alıyor, otobüsle ulaşım kolay. Burada çok güzel bir park ve yürüyüş yolu var. Nehir kenarında balık restoranları var. Burayı bir akşam veya öğle yemeği için ziyaret edebilir, yemek öncesi-sonrası güzel bir yürüyüş yapabilirsiniz.
 
Nehirde kuğular, yürüyüş yapan insanlar, köpek gezdirenler... Huzurlu bir bölge burası.
 
Kısacası ben Belgrad'ı sevdim... Burada yaşar mıydım sorusunun cevabı ise "hayır" :)
 
Üç-dört günde rahatlıkla her yeri gezebilirsiniz. Üstelik adım başı Türk'e rastlayacaksınız... THY ve Air Serbia uçuşlarını tercih ettik, ikisinde de herhangi bir memnuniyetsizliğimiz olmadı.
 
Sorularınız için lütfen çekinmeden ulaşın.
 
Sevgiler !

7 Eylül 2016 Çarşamba

Fethiye : Git, Gez ve Mutlu Ol !


 
Fethiye'ye dört yaşımdayken gitmiştim :) Tam 29 sene evvel.
 
Çocuk aklımla tek hafızamda kalan, yemyeşillik, masmavilik, müthiş çam ağacı kokuları.
 
29 sene sonra bu sene, tekrar Fethiye ile buluşma ve bu güzelliği tanıma şansım oldu. Gitmek isteyenler veya Fethiye'yi merak edenler için minik bir rehber mahiyetindeki bu yazıyı yazmak istedim ben de. Umarım sizler de okurken, benim gezdiğim zamanki keyfi alır ve gidiş planlarınızda ufak bir yardımcı olarak bu yazıyı notlarınız arasına alırsınız. Benim için Fethiye'nin bu yaşımdaki tanımı ise ancak şu olabilir: Güneş'in en güzel battığı yerlerden biri...
 
Fethiye, neredeyse il olabilecek büyüklükte, modern, gelişmiş, turistik ama bir o kadar da yöresel, çok güzel bir sahil beldesi. İngiliz nüfusunun oldukça yoğun olduğunu belirtmem gerekiyor. Öğrendiğimiz kadarıyla İngilizler Fethiye'yi ziyaretleri esnasında hayran kalıp, emekliliklerinde buraya yerleşiyorlarmış. Yağmurlu ve kapalı havalı gün sayısının yoğunluğu karşısında Fethiye'nin havasını böylesine sevmelerine şaşırmamak gerek. Beldenin pek çok yerinde bisikletlerine atlamış gezen veya yürüyen, genellikle yaşlı nüfus İngilizler'i görmek mümkün.
 
 
Belki olumsuz bir-iki görüş ve değerlendirmeyle başlamam, olumluların daha çok oluşu karşısında çok da sorun yaratmayacaktır. Öncelikle biz, Ankara'dan araçla gitmeyi tercih ettik. Yolun Isparta ayrımına kadarki bölümü düzgün olmakla birlikte, Muğla-Fethiye yolu halen yapım aşamasında ve yol oldukça tehlikeli. Bilhassa mıcır kaplı yollar ve dikkatsiz sürücüler tehlike yaratabiliyor. Uykusuz ve dalgın araç kullanmayınız :) Hatta başka yerlere uğramayacaksanız, bence Fethiye'ye doğrudan uçak veya otobüsle ulaşımı tercih edebilirsiniz.


 
 
Çocukken aklımda kalan, bir tek dalga olmayışı ve yeşil görünümlü suyuyla Ölüdeniz, bu defa gidişimde ne yazık ki beni doğası dışında bir şeyle büyülemedi. Bunun içinde insan faktörü olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Milli Park içinden girilen Ölüdeniz'e giriş, 7 TL gibi bir ücrete tabi. İçeride restoran veya cafe benzeri bir-iki yer olmakla birlikte, meşrubatların bile büfe türü yerlerde oldukça pahalı olduğunu belirtmek isterim. Ne yazık ki Ölüdeniz'i tercih eden profil biraz değişik. Her cinsten insan var ve soyunma kabinlerini tuvalet olarak kullananların da bulunduğunu gördükten sonra, halkımıza bakışım ciddi manada bir defa daha olumsuza kaydı.
 
Duşların önünde kocaman harflerle, LÜTFEN DUŞLARDA SABUN VE ŞAMPUAN KULLANMAYINIZ yazmasına karşın, duşların altı köpük köpük insanlarla dolu. Benim anlayamadığım, gerçekten bu kadar temiz bir millet miyiz? Yoksa bu, sadece kuralları çiğnemek için yapılan bir şey mi? Nasılsa tekrar denize girecekken sabunlanıyor olmak bir yandan da, evde suları harcamamak isteyen kitlenin, duşu bedavaya getirmesi olarak da nitelenebilir.
 
Milli Park içinde, iki şezlong bir şemsiyeye 30 TL veriyorsunuz. Girişle birlikte bu, gerçekten iyi bir tutar etse de, gelen kitle, yukarıda belirttiğim gibi son derece karmaşık ve sevimsiz. Bu yüzden bir daha Fethiye'ye gelecek olsam, sanırım Ölüdeniz'e gitmem.
 
Fakat her kötü şeye rağmen bizden güzelliklerini esirgemeyen doğa, Ölüdeniz'de yine çok cömert. Çam ormanları, baş döndüren çam kokuları ve berrak deniz, güzel esen rüzgar, her şeye rağmen çok ama çok keyifli...

 
Dediğim gibi Fethiye, güneşin en güzel battığı yerlerden biri. Bu yüzden her fırsatta günbatımı fotoğrafları çekmeyi ihmal etmedim.
 
 
Fethiye'de genel olarak araba ihtiyacınız yok. Pek çok yere minibüs veya otobüslerle, en olmadı taksiyle ulaşmak mümkün. Zaten merkezde geziyorsanız, yürüyerek her yere ulaşabilirsiniz.
 
Biz, merkezde Paspatur yani Eski Çarşı olarak bilinen, marinaya 1 dakikalık yürüme mesafesindeki bölgede kalmayı tercih ettik. Merkezde, fiyatları oldukça ideal, butik oda-kahvaltı otelleri bulabilirsiniz. Biz daha çok gezmeyi hedeflediğimiz için, bağlı kalacağımız beş yıldızlı tatil köylerinde kalmak istemedik. Fakat bağlı kalmak sorun değilse, bu şekilde de pek çok tesis bulabilirsiniz. Booking.com oldukça avantajlı teklifleri ile yine beni benden aldı. Biz, Infinity Exclusive City adlı, oldukça yeni, keyifli ve kahvaltısı on numara olan otelde kalmayı tercih ettik. Son derece de memnun kaldık seçimimizden. Merkezde kalmak isteyenlere gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim.
 
Çarşının doğrudan içinde yer alması nedeniyle pek çok butik ve dükkanı gezme şansı bulabiliyorsunuz. Üstelik Barlar Sokağı da hemen otelin arka sokağında idi ve merkeziliğin zirvesini yaşadık diyebilirim :) 
 
 

 
Denize girmek için alternatifleri sorduğumuzda, otel çalışanları bize her tür bilgiyi sağladı. En ideal koylardan birinin, Kuleli olduğunu söylediler. Üstelik minibüsle ulaşım imkanı da vardı. Araçla gitseniz dahi, Kuleli Koyu'na gidecekseniz, bir defa daha düşünmenizi ve hemen bir minibüse binmenizi öneririm :)
 
Koy'a daracık, son derece virajlı, üstelik yol kenarında koruması dahi olmayan bir yoldan gidiliyor. Esasen oldukça dik bir tepeyi tırmanıyor ve  burayı indiğinizde de Kuleli Beach'e ulaşıyorsunuz. Her ne kadar burası da "beach" mantığında olsa da, Çeşme, Bodrum beachleri kadar asortik değil ve daha geniş bir kesime hitap ediyor. Üstelik bira-patates gibi, denize girerken olmazsa olmaz yiyecek ve içeçeklerin fiyatları da muadil beachlere göre son derece makul. Bu nedenle burayı sevdim. Koy çok güzel ve doğasıyla yine sizi büyüleyecek kadar görkemli. Deniz suyu serin-sıcak arası harika bir ılımanlıkta ve kum olduğu için de, keyifle yere basabiliyorsunuz. Tesiste yüksek sesle müzik çalınıyor fakat, Aya Yorgi beachlerini kıskandıracak kadar kaliteli çaldığından, rahatsız olmuyorsunuz. Fırsatınız olursa buraya uğramalısınız derim.
 
Biz dört günlük bir plan yaptığımızdan, Katrancı, Kabak ve Kelebek Vadisi koylarını göremedik ne yazık ki.. Fakat daha uzun plan yapanların bu koylara da uğraması şart. Kuleli gibi güzel ve doğasıyla sizi büyüleyecek yerler buralar.
 
Bir gününüzü on iki adalar tekne turuna ayırmayı unutmayın ! Burada da muhteşem koylarda yüzebilir, harika fotoğraflar çektirebilir ve deniz havasından sarhoş olabilirsiniz! Marina'dan onlarca tekne, her gün on iki adalar turu için kalkıyor ve bu teknelerden seçim yapmaksa size kalmış. Biz, alkış-kıyamet-parti türü bir tekne istemediğimiz için, bilhassa sorarak teknemizi seçtik :) Müzik olmadığını öğrenince de kafamızı dinleyebileceğimizi düşünerek, Fulya10 adlı tekneyi seçtik. Tekne gayet güzeldi, fiyatlar 50-70 TL arasında, tekneye ve sunulan yiyeceklere göre değişiyor. Fakat şansımıza, çocuk kaynıyordu ve çocukların seslerinden kafayı dinleyebilmek pek mümkün olamadı :) İleride bir tekne de ben alırsam, "adult only" bir tekne yapıp, yetişkinlerin kafalarını dinleyebileceği bir imkan yaratmayı planlıyorum... :)
 
Tekne gezisinde koylara ve doğaya hayran kalıyor, birbirinden güzel renklere tanıklık ediyorsunuz. Öğlen açık büfe olarak tavuk veya balık, makarna ve salata veriliyor. İçecekler tekne barında ve ücrete tabi. Akşam üzeri de kek dağıtıyorlar. Yiyecekler yeterli ve lezzetliydi, bu anlamda oldukça memnun kaldık. Bir gününüzü bu tekne turlarına ayırmayı unutmayın derim... 

 
Her şey dahil bir otelde değilseniz, elbette ne yiyeceğiniz endişesi oluyor bir de. Fakat Fethiye'de böyle bir sıkıntı yok. Çok güzel mekanlar var ve fiyatlar da sizi üzmüyor.
 
Biz ilk gün, canlı müzik de yapan Limon H2O adlı bir mekana gittik. Burada kebaptan ızgaraya, makarnadan pizzaya kadar oldukça geniş seçenekler mevcut. Garsonlar inanılmaz güleryüzlü ve yardımseverler. Oldukça keyifli bir restorandı, yine gitsek uğrayabileceğimiz yerlerden.
 
Tabii ki Fethiye'ye gelmişken balık yememek olmaz. Burada balık hali var ve halin ortasında balıkçılar balıklarını satarken, siz bu balıklardan alıyor ve hemen çevredeki onlarca restorandan herhangi birinde balığınızı pişirtip afiyetle yiyebiliyorsunuz. Bu ilginç konsept o kadar revaçta ki, rezervasyonsuz yer bulabilmeniz pek mümkün değil. Namı çok duyulan Hilmi Bey Restoran'ı tercih ettik biz ve mezeleri ile oldukça güzel bir yerdi burası; pişman olmadık. Zaten restoranlar arasında en bilinen ve tercih edileni de bu. Fasıl da oluyor akşamları ve çalgıcılar masanızı ziyaret etmeden gitmiyorlar. Ben felekten bir "İstanbul Sokakları" çaldırdım, bir kadeh de İstanbul sokaklarına içtim... Çalgıcılar cidden başarılı :)
 
Bunun yanında, Fethiye'nin, merkezden 1-2 km yürüme mesafesindeki kordonuna mutlaka gitmenizi öneririm. Burada olağanüstü mekanlar mevcut. Biz, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Mancero Kitchen'ı tercih ettik. Burası, yukarıda bahsettiğim Hilmi Bey restoranın sahipleri tarafından işletiliyor. Tek kelimeyle "muhteşem" bir yer... Hem yemekleri enfes, hem ortam ve işletme bir harika. Bir de günbatımında gidip deniz kenarı bir masada rezervasyonunuzu da yaptırdıysanız, her derdi tasayı arkanızda bırakın ve tatilin tadını çıkarın...
 
Bu mekan dışında da kordonda bir sürü mekan var. Sadece restoran değil, nargileci, cafe, dondurmacı türü birçok seçenek var.
 
Dondurma demişken aklıma geldi, bundan bahsetmeden gidemeyeceğim :) Fethiye'de Baba Dondurma diye bir dondurmacı var. Sahibi, Issız Adam filmindeki Cemal Hünal gibi, ancak çok sevimli ve canayakın bir versiyonu. Eşi de kendisi gibi çok tatlı. Dondurmaları kendileri üretiyorlar ve gerçekten çok başarılı. Paspatur yani Eski Çarşı tarafında, Paşa Kebap'ın yanında yer alıyor bu dondurmacı. Dört günün üçünde de yemeden duramadım ve bilhassa muzlu dondurmasını şiddetle öneriyorum :) Deneyin, pişman olmayacaksınız.
 
Özetle Fethiye, seneler sonra gitmemle beni yine keyiflendiren, iyi ki gelmişim dedirten bir deneyim oldu. Belediye, beldenin düzenliliği, heykeller, görseller... Her şey kararında ve güzel. Çok yaşanılası bir yer olmuş Fethiye... Bir zamanlar Çeşme'nin alternatifi yok zannederdim ama, yaşlanılacak yerler arasında Fethiye de ilk sıralara yerleşiverdi benim için... İyi ki gelmişim, iyi ki gezmişim...
 
Her türlü sorularınız için bana ulaşabilirsiniz. Yanıtlamaktan memnuniyet duyarım :) 

1 Eylül 2016 Perşembe

Yeniden Doğmak / Farkına Varmak


Son zamanlarda takip ettiğim blogların çoğunda bir hüzün hakim...
 
Herkes sorgulamalarda, herkes anlamaya çalışmalarda, herkes bir anlamın peşinde aslında. Bu, bende de pek farklı değil. "Yaşamsal Sorgulamalar" yazımda da tam olarak böyle bir sorgulamadan bahsetmiştim aslında.
 
Derken bendeki sorgulamaların dozu arttı, 10 Ağustos tarihli yazımdan bu yana. Üstelik sorgulamalarım hayata karşı olmaktan çıkıp, aile kavramına, öz benliğime ve karakterime kadar da döndü.
 
Örneğin yıllardır kendimi çok iyi bir insan sanırken, aslında iyi bir insan olmadığımı, örneğin en iyi arkadaşlara ben sahibim sanırken, arkadaşlarımın hiç de gözümde büyüttüğüm kadar mükemmel olmadıklarının farkına vardım.
 
Çevremizdeki her şeye sahip olduğu anlamı biz yüklüyoruz aslında. Oysa basit bir sorgulamayla, hiç de o şeyin, "yüklediğimiz anlam"daki gibi olmadığının farkına varıyoruz. Aslında hayat boyu en çok da bunu yapıyoruz; "Farkına varıyoruz..."
 
Mükemmel insan, mükemmel fırsat, mükemmel aile, mükemmel araba......... Zamanla, o mükemmel insanın bencil, mükemmel fırsatın bizi mutlu etmeyecek, mükemmel ailenin sorunlu, mükemmel arabanın benzin düşmanı olduğunun farkına varıyoruz mesela. Ve bu mükemmel sıfatı, yerini başka bir sıfata terkediyor.
 
Her şey, bizim sıfatlandırdığımız şekle bürünüyor...
 
Psikoterapistim, "yeniden doğuş" sürecinde olduğumu söyledi.
 
Farkına varmak = Yeniden doğuş yani... Bunun sancılı, acı verici, can yakıcı olabileceğini ama sonrasında, yani tümüyle kabullenme döneminden sonra, yeni bir ben olarak, "nasılsa bu böyle ve ben bunu değiştiremeyeceğime göre, kabullenmeliyim" diyerek kabullenmiş ve daha umursamaz bir benle yoluma devam edecekmişim mesela...
 
Çok ilginç ama doğru olabileceğini düşündüm. Çünkü yaşadığım tam olarak da bundan ibaret; her şeyin farkına varmak.
 
Acıya acıya, kanırta kanırta da olsa hayatın, insanların, kendimizin farkına varacağız nihayetinde. Ve sorularımıza bir yanıt bulduktan sonra huzuru bulabileceğiz ancak. Bu ne 20'li yaşların aşk acılarına iş kaygılarına benziyor, ne de 70'li yaşların ölüm ve bitiş endişelerine... Bu öylece hayatın ortasında asılı kalmak gibi bir şey. Yumurtadan çıkmak gibi, yeniden doğmak gibi.
 
Derken, bu doğum sancılarımı nasıl oluyor bilmem ama, ikizler olmanın kendisine kattığı ön sezi marifetiyle anladığına inandığım, benden 13 yaş büyük bir abim, "bunlar yeniden doğum sancıları, ben de yaşadım; ama ben hala doğuyorum..." dediğinde, iyice emin oldum neyin içerisinde olduğumdan.
 
 
Sonra bu linki iletti bana. Doğrudur, yanlıştır, biyolojik manada hiçbir şekilde bilemeyeceğim ama, 3 dakika 17 saniyelik bu video beni epey ağlattı.
 
Dedim ki, huzurun zirvesine çıkmak istiyorsan, bu doğum sancıları normal. Kendini, hayatı, insanları kabullendiğin zaman, işte o zaman yeniden doğumunu tamamlamış ve huzurda bir zirveye ulaşmış olacaksın... Sadece zaman, zaman, zaman...
 
 

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Yaşamsal Sorgulamalar...


Ne olduysa bana 30 yaşımdan sonra oldu.

17 yaşımdan beri (ki sene 2000'e tekabül ediyor) Osho okurum, psikolojiye merak duyarım, araştırma delisi tipik bir ikizler burcuyumdur, yeni insanlarla tanışmaktan, gözlem yapmaktan müthiş keyif alırım... Ama ne olduysa bana 30'dan sonra oldu.
 
20'li yaşları çok verimli geçiremedim mi nedir, 30'dan itibaren bir sorgulamalar, bir sualleşmeler, bir cevap aramalar, bir nedenler niçinler, onu geçtim yaklaşık 5-6 aydır bir dayılanmalar, meydan okumalar :)
 
Önce yaşamı sorgulamaya başladım... Neyiz, niye varız, nereye gidiyoruz? Tatmin edici cevap buldum mu? Tam anlamıyla hayır ama aşama kat ettim. En azından hepimizin hayata bir misyon için geldiğini, işaretleri doğru algılar ve değerlendirirsek mutlu yol kapılarımızı kendimizin açabileceğini öğrendim. Yaşamda mutluluğa götüren en yüce duygunun cesaret olduğunu, korkulardan arınıp denemekten korkmamak gerektiğini öğrendim...
 
Sonra ölümü sorgulamaya başladım. Madem öleceğiz niye yaşıyoruz, ölüm nedir, niye yaşam ölümle noktalandırılmıştır? Tatmin edici cevap buldum mu? Tam anlamıyla hayır ama aşama kat ettim. Ölüm, yaşama konan bir nokta değil, evren içinde yaşamı yeni bir mertebeye erdirmektir. Ölüm, yaşamın zirvesidir. Her yaşayan şey zamanla tükenir ve her bedeni varlık bir sona erer. Ama ruh, yeni bir boyuta taşınır ve işte en büyük mutluluk o noktada başlar.
 
Sonra kendimi sorgulamaya başladım... Sen kimsin, neyi kuralına göre oynuyor, neden kaçıyorsun? Varmak istediğin nokta neresi? Tatmin edici cevap buldum mu? Tam anlamıyla hayır ama aşama kat ettim. Sen sevmek için varsın. Doğadan, canlılardan, hayvanlardan, kısacası doğa ile iç içe olan her şeyden keyif alan birisin. O sevgiyi bu dünyaya katmak için buradasın. Kurallara fazla uygun davrandığın yıllar geçti ama artık meydan okuyabiliyorsun. Haksızlık yapıldığında, "Hayır, senin beni mutsuz etmeye hakkın yok" diyebiliyorsun. Misyonlarından biri de sorgulamak mesela. Sorgulamak için dünyaya gelmiş de olabilirsin. Kavgadan kaçıyorsun mesela, huzurunun bozulduğu yerde sen yoksun.
 
Bütün bunlar 30'dan sonraki 3 senelik şu süreçte oldu.
 
Sorgulamalar şu an zirvede. Bugünlerde, "dünyaya bir çocuk getirme" meselesi üzerine kafa yoruyorum. Çok yakın vadede değil ama gündemimde değerlendirdiğim bir mesele. İnşallah sonu "gereksiz ve ziyan" olarak çıkmaz :) İnsanın ayaklarının 30'undan sonra yere bastığı doğru.
 
Yirmilerde yaşanan doğruların iz düşümüdür 30'lar. Ben bunu gördüm en azından.
 
Sorgulamak illa cevap bulmak için olmaz. Düşünmek, kafa yormak zihni de hayatı da bedeni de dinç tutar.
 
Sorguluyorum mutluyum :)